Gerçeklik Sınırlarını Zorlayan Hyperreality: Yapay Zeka Üstünlüğü Mü Ele Geçiriyor?

Hipergerçeklik ve Toplumsal Gerçeklik Üzerine Düşünceler
Hipergerçeklik kavramı, ilk olarak Fransız sosyolog, filozof ve kültür kuramcısı Jean Baudrillard tarafından, post-yapısalcılık ve erken postmodernizm bağlamında ortaya atılmıştır. Baudrillard, "Simulacra and Simulation" (Simülakrlar ve Simülasyon) adlı eserinde hipergerçekliğin gerçekliğin belirsizleşmesi olduğunu açıklamıştır. Ona göre, medya temsilleri ile gerçeğin kendisi arasında önemli bir karşıtlık mevcuttur.
BAUDRILLARD HAKLI MI ÇIKIYOR?
O dönemde oldukça kışkırtıcı bir düşünce olarak değerlendirilen bu fikir, günümüzde pek çok insan tarafından sorgulanan bir kavram halini almıştır. Baudrillard’a göre hipergerçeklik, medyanın gerçekliği aşırı bir şekilde temsil etmesi ve zamanla gerçeğin ötesine geçerek abartılı bir kopyasını sunması anlamına geliyor. Günümüzde bu durum, yapay zekanın etkinliği ile yeni bir boyut kazanmıştır. Artık yalnızca haber bültenlerinde ya da reklamlarda değil; yapay zeka destekli görsellerde, dil modellerinde ve sosyal medyada gördüğümüz hemen her içerikte bu bulanık sınırla karşı karşıyayız.
Bugün gerçeklik, yalnızca fiziksel dünyanın değil, aynı zamanda sanal evrenin ve yapay zekanın birleşiminden oluşmaktadır. İnsan ile makinenin, hakikat ile simülasyonun birbirine geçtiği bu yeni düzlemde "gerçek" kavramı her zamankinden daha da kırılgan bir hale gelmiştir.
Bunun en güncel örneklerinden biri, "balinanın yuttuğu kadın" videolarıdır. Jessica Radcliffe’in isminin geçtiği bu videolar, sosyal medyada büyük bir yankı uyandırdı. İzleyenlerin çoğu başlangıçta görüntülerin gerçek olduğuna inandı; çünkü video, öylesine ikna edici bir şekilde hazırlanmıştı ki gerçeği ve kurguyu birbirinden ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. İşte bu nedenle, hipergerçeklik yalnızca teorik bir kavram değil, günlük yaşamımıza sinmiş bir gerçeklik halini almıştır. Bir videonun gerçek olup olmadığını sorgulamadan paylaşmak, toplumsal düzeyde gerçeğin çürütülmesine yol açmaktadır. Zira günümüzde mesele yalnızca yalanların yayılması değil; gerçekliğin kendisinin güvenilirliğini kaybetmesidir.
HİPERGERÇEKLİK VE EPİSTEMİK ÇÖKÜŞ
Hipergerçek bir dünyada gerçek ile simülasyon arasındaki sınır kaybolmakta; imajlar ve görüntüler, "gerçekten daha gerçek" hale gelmekte, nesnel olgular ise duygusal olarak çekici anlatımlara yenik düşmektedir. Dijital medyanın artışı, bu sınırları daha da bulanıklaştırmış ve duyguların çoğu zaman olguların önüne geçtiği "hakikat sonrası" çağını başlatmıştır. Yapay zekanın devreye girmesiyle bu süreç ivme kazanmış; artık yapay zeka, gerçeği birebir taklit eden sahte görüntüler, videolar ve metinler üretebilmektedir. Bu durum, doğruyu yanlışlıktan ayırt etmeyi daha da zorlaştırmaktadır.
Epistemik çöküş, bilgi ve ortak gerçeklik inşa etme sistemlerinin çökmesi olarak tanımlanabilir. Yapay zeka bağlamında bu, toplumun üzerinde uzlaştığı gerçekliğin kaybolması anlamına gelir. Bazı yazarlar, bunun bir "geri besleme döngüsü" içinde işlediğini öne sürmekte: Yapay zeka tarafından üretilen içerikler, yeni yapay zeka sistemlerinin eğitim verilerine dahil oldukça "temel olgular ve nesnel gerçekler silikleşmekte ve göz ardı edilmektedir." Kısaca, sahte bilgilerin gerçeğin önüne geçmesi durumunda, kolektif gerçeklik algımız çözülmektedir. Bu noktada "infopokalips" veya "gerçekliğin çöküşü" olarak adlandırılan, "gördüğüne inanmanın" mümkün olmadığı bir dönem başlamaktadır. Tehlike, makinelerin insan gibi düşünmeye başlamasında değil; insanların gerçeği ayırt edememesinde yatmaktadır.
Günümüzde yapay zeka, bu süreci doruk noktasına taşımaktadır. Artık yalnızca haberler veya fotoğraflar değil; videolar, ses kayıtları, makaleler —her şey— "anında üretilebilir" hale gelmiştir. Bu nedenle, bazı filozoflar "epistemik kıyamet" senaryosundan bahsetmektedir.
HERKES KENDİ GERÇEĞİNE İNANIRSA DOĞRU YOLA NASIL GİDİLİR?
Toplumsal düzeyde ise durum dahası kaygı vericidir. Ortak bir gerçeklik duygusunun kaybolması, yalnızca bireyler arasında değil, demokrasinin temellerinde de çatlaklar oluşturmaktadır. Uzlaşmanın ve kolektif karar almanın yolu, en azından üzerinde mütabakat sağlanmış bir gerçeklikten geçer. Peki, eğer herkes kendi "gerçeğine" inanıyorsa, o yolda nasıl ilerlenebilir?
İletişim alanı bu yeni düzene ayak uydurmak zorundadır. Gazetecilik, artık yalnızca "haber vermek" değil; sürekli doğrulama, kaynakları kanıtlama ve sahte içeriği ayıklama görevini de üstlenmektedir. Eğitim sisteminin de buna göre evrilmesi gerekir; yalnızca bilgi değil, aynı zamanda "epistemik okuryazarlık" yani gerçeği ayırt etme becerileri kazandırılmalıdır.
Ancak umutsuz olmamalıyız. Tarih, insanlığın yeni medya teknolojilerine uyum sağlama konusunda büyük bir refleks geliştirdiğini gösteriyor. Fotoğraf, televizyon, internet gibi yenilikler, başlangıçta paniğe neden oldu, ama zamanla yeni normlar ve denetim mekanizmaları gelişti. Bugün de yapay zekaya karşı benzer bir süreç yaşanacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki bu, yalnızca teknolojik bir uyum meselesi değil; aynı zamanda sosyal bir adaptasyon meselesidir.
Sonuç olarak, yapay zeka çağındaki en büyük tehdit, makinelerin insan gibi düşünmesi değil. Gerçek tehlike, insanların neyin gerçek olduğunu artık bilememesidir. Bu durum, bilgi sistemlerimizi olduğu kadar toplumsal bütünlüğümüzü de kökünden sarsabilecek bir krizdir.